En İyi 10 Gezi Filmi

En İyi 10 Gezi Filmi #2 – Diarios de Motocicleta (2004)

“Let the world change you… and you can change the world”

1952 yılında 23 yaşındaki tıp öğrencisi Ernesto Guevara de la Serna -nam-ı diğer Che Guevara- okuluna son sene ara verip 29 yaşındaki Biyokimyager arkadaşı Alberto Granado’nun Buenos Aires’teki evlerinden başlayarak Güney Amerika’yı baştan başa motorsikletle katedecek 8000km’lik ve 4 aylık yolculuğuna katılmaya karar verir. Amaçları yaşadıkları kıta hakkında o zamana kadar sadece kitaplarda okuyabildikleri şeyleri gözlemlemek ve yolculuğu Alberto’nun 30. yaşgününde kıtanın diğer ucunda, Guajira Peninsula, Venezuala’da bitirebilmektir. Ama yolculuk bekledikleri gibi gitmez; sürekli bozulan motorsiklet, para sıkıntısı, yolda karşılaştıkları insanlar ve adaletsizlikler, ikisi arasındaki fikir ayrılıkları derken bu yolculuğun aslında sandıklarından çok daha fazlası olduğunu farkederler.

İnsanı çok derinden etkileyen, boğazına düğümlenen, hayatını sorgulamasına rol açan filmler vardır ya hani, bu film onların en iyi örneklerinden biri. Che’nin yaptığı bu yolculuğa dair günlüğüne yazdıklarından uyarlanan 2004 yapımı bu filmde onun gerilla dönemini ve politik mücadelesini izlemiyorsunuz (filmde devrim, mücadele ve kavga gibi sözcükler geçmiyor bile), bu filmde 23 yaşında hırslı bir tıp öğrencisinin yaşadıkları karşısında olgunlaşmasına ve değişmesine tanık oluyorsunuz; kısaca Ernesto Guevara de la Serna’nın Che’ye dönüşümünü izliyorsunuz. Che bu yolculukta o kadar etkilenir ki, yolculuk bittiğinde eve dönmez, kendine daha büyük hedefler seçmiştir artık. Çünkü yaşadıkları dünyada “Çok fazla haksızlık var”dır. Hikayenin devamını ise iyi biliyoruz.

Politik düşünceniz ne olursa olsun, Che’nin fikirlerini benimseyin ya da benimsemeyin; bir kere onun insancıllığından, saf dürüstlüğünden ve yardım severliğinden etkilenmemeniz mümkün değil. Yolda karşılaştığı hasta insanları sahip olduğu tıp bilgisiyle bütün gayretiyle iyileştirmeye çalışması bir yana halk tarafından dışlanmış ve bir adada yaşamak zorunda bırakılmış cüzzamlılara ulaşmak için ağır astımı olmasına rağmen akıntılı nehri yüzerek geçmesi, onlara içtenlikle sarılması, onlarla futbol maçı yapması ne kadar büyük bir insan olduğunu gösteriyor. Bunun yanında filmi izlerken o dönemde daha şehirleşmemiş, bozulmamış Güney Amerika insanının sıcaklığına, yüksek kültürüne (bir sahnede Ernesto otostop çektiği bir kamyonda yolculuk ederken bir şiir okur, şoför de ona “Neruda mı yoksa Lorca mı?” diye sorar, daha ne olsun) ve onuruna hayran kalmamak mümkün değil.

Ünlü Meksikalı aktör Gael García Bernal Che’yi canlandırmakta çok çok başarılı, daha iyi bir seçim olamazdı, Alberto Granado rolünde ise Rodrigo de la Serna var -ki o da yaptığı işin hakkını sonuna kadar veriyor. Gerçek Alberto Granado filmin çekimi sırasında sette takılmış, oyunculara yönetmenlere gerçek hikayeyi bozmasınlar diye düzeltmeler yapmış, yürek parçalayan son sahnede ise kendisini görebilirsiniz. Filmin soundtrack’i kesinlikle halikulade. Gustavo Santaolalla imzasını taşıyan müzikler filmin atmosferini güçlendiriyor, sizi Güney Amerika’ya götürüyor ve tam anlamıyla ruhunuza dokunuyor. Özellikle filmin kapanış jeneriğinde siyah beyaz görüntüler eşliğinde çalan “De Ushuaia a La Quiaca” parçası defalarca dinlenebilecek muhteşem bir ezgi.

Filmin Brezilyalı yönetmeni Walter Salles’e de değinmemek olmaz. Belgesel çekerek başladığı yönetmenlik kariyerinde hızla yükseldi ve kısa zamanda ülkesinin en tanınmış isimlerinden biri haline geldi. Eşsiz Güney Amerika manzaralarını arkaplanda belgesel tadında, fotoğrafçı estetiğiyle işlediği bu film ile de kariyerinin zirvesini yaptı desek yanlış olmaz, aldığı “En İyi Yabancı Film” Oscar’ı ile zaten hakettiği şekilde ödüllendirildi. Yönetmenin başka bir filmini merak ederseniz tavsiyem Central do Brasil (1998) olacaktır. İzleyin, izlettirin..

You may also like...

Leave a Reply

Your email address will not be published.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.