Dönüş Yolunda Büyülü Molalar

“Akureyri, başkent Reykjavik’in soluk renkli versiyonuymuş.” Fiyortu dikine kesen köprüden geçip şehrin girişinde yer alan havaalanı yoluna döndüğümüz sırada ilk düşündüğüm bu oldu. Evler hemen hemen aynı, yine deniz kıyısında ve yine yokuşlu. Çok önemli bir liman şehri Akureyri ve aslında 1000 yıldan uzun süredir yerleşim varmış burada. Oldukça küçük, topu topu 18000 kişinin yaşadığı bu şehirde kalacağımız Gula Villan Guesthouse’yi bulmak fazla kolay oldu. İzlanda’daki en iyi pansiyonlardan biri burası ve sahibi çok ilgili. 9300 kronalık (210TL) fiyatı da diğerlerine göre nispeten ucuz. Günün yorgunluğu ve kar fırtınasının şoku üzerine dinlenip akşam kendimizi tripadvisor’da bulduğumuz Rub23 isimli restauranta attık. Biraz fazla para verip, methini defalarca duyduğumuz modern İskandinav mutfağını şehrin en iyi yerlerinden birinde test etmeyi istedik. Böylesine yoğun ve yorucu turlarda, insanın yer yer kendini güzel bir akşam yemeği ya da aktivite ile ödüllendirmesi şahane oluyor. Rub23’ta balina etinden, köpekbalığına, adını duymadığımız çeşitli kuzey balıklarının oldukça özenli hazırlanmış örneklerini kendi hazırladıkları özel soslarla yiyorsunuz. Garsonlar gelen her yemeğin içeriğini sayarken dakikalar geçiyor, o kadar zengin sunuyorlar tabakları. Çok başarılı bir yer 🙂

Akureyri

Ertesi sabah moraller tavandaydı. Hava yumuşaktı, yollar açıktı, güneşi bile yüzünü göstermeye başlamıştı. Önce şehir merkezini turladık biraz, arabaya dönüp dünden kalan buz kalıplarını kırabildiğimiz kadar kırdık ve kahvaltılık birşeyler alıp yola çıktık. En uzun araba süreceğimiz gündü bugün. Batı İzlanda’da başkente oldukça yakın olan Bogarnes’e kadar 310km yolumuz vardı, biraz daha uzatıp yolu görülesi birkaç yeri ekledik rotamıza. Sık sık fotoğraf molası verdiğimiz Öxnadalur Vadisi’nin etrafından dolaşan dağ yolunun bitiminde çim evleriyle ünlü Glaumbær vardı. Tepesi tamamen çimle kaplı bu evlerin özelliği zorlu hava koşullarına karşı klasik ahşap ve beton evlerden çok daha iyi yalıtım sağlaması ve yapımlarının kolay olması. 1000 yıldan uzun sürelik geçmişleri var. Çok geçmeden Blönduós kasabası karşıladı bizi, bilimkurgu filmlerinden çıkma kilisesi ile ünlü. Bu kasabadan kuzeybatı yönüne gidildiğinde Hvammstangi, Ósar gibi fokların yuvası olarak bilinen yerler bulunuyor. Hvammstangi kasabasındaki İzlanda Fok Merkezi’ne uğrarsanız, o günlerde bu tatlı hayvanları en büyük ihtimal nerede görebileceğinizi söylüyorlar. Toprak yolda yarımadayı muhteşem manzaralar eşliğinde katedip ana yola çıktık. Ülkenin en kuzeybatısında bulunan Ísafjörður gibi fiyortlar aslında yüksek dağları, sık sık görülen balinalarıyla en fotojenik yerlerden. Yine oraya yakın Breiðavík Plajı, ülkenin en güzel plajı olarak geçiyor. Ancak biz geçerken o taraflarda yoğun kar yağışı vardı, yine kendimizi umutsuz bir maceraya sürüklemek istemedik. Zaten yeterince zamanımız kalmamıştı, bir günümüz daha olsa belki bir nebze zorlanabilirdi 🙂

Glaumbær evleri

Bogarnes’e varınca hava kararmaya yakındı ve hala görmemiz gereken koca bir yarımada kalmıştı. Batı İzlanda’daydık artık ve hava muhteşemdi. Biz de Snæfellsjökull Ulusal Parkı’na doğru koyulduk yine yola. Hiç yakın değil, 2 saat gidişi 2 saat dönüşü var ama yol üzerinde Djúpalónssandur Plajı, Londrangar kayalıkları, Viking heykeliyle ünlü Arnastapi kasabası, Kirkufellsfoss Şelalesi gibi seyirlik yerleri geçiyorsunuz. Ulusal park ise İzlanda’nın mücevheri diye geçiyor, deniz kıyısından buzullara ve 1446 metrelik yanardağ eteklerine hızla yükseliyor. Tahmin edileceği gibi florası ve faunası muhteşem bir çeşitlilik barındırıyor. Jules Verne’nin Dünyanın Merkezine Yolculuk isimli kitabı buradan esinlenmiş. Yine söylenene göre buzul dünyanın yedi enerji merkezinden biriymiş ve bazı gizemli güçlerin kaynağını oluşturuyomuş. Yorum yok.. 🙂 Böylece ülkenin üç ulusal parkını da (Vatnajöküll, Þingvellir, Snæfellsjökull) gezmiş olduk ve gönül rahatlığıyla pansiyona döndük. Bogarnes Kasabası batıya baktığı için şahane günbatımları oluyor. Küçük bir plaja açılan Bogarnes Bed&Breakfast isimli pansiyonumuzda güneşe veda ettikten sonra dev mutfağına girip birşeyler pişirdik ve Ring Road’daki maceramızın son akşamını kutladık. Bu pansiyon İzlanda’da kaldığımız en pahalı yerdi (12000ISK, 270TL) ama herhalde en güzeliydi. Sahibinin akşam vakti çekip gittiği antikalarla dolu pansiyon bize kalmıştı, yere kadar camın yarımada manzaralı dev salona oturduk ve bir türlü kararmak istemeyen havanın olağanüstülüğü içinde daldık gittik.

Blönduós Kilisesi

Ertesi gün devam eden grev nedeniyle Bogarnes ile Reykjavik’i bağlayan tünel ücretsizdi, tünel mesafeyi 1 saat kadar kısaltıyor ve grevsiz günlerde geçiş 1000 krona (22TL). Sonunda Reykjavik’a ulaştık ve ilk gün kaldığımız pansiyona geri döndük. Günün atraksiyonu ülkenin en ünlü aktivitesi olan Blue Lagoon’daki termal havuzlara gitmekti. Blue Lagoon’a giriş için birden fazla seçenek var. Paketler Standart, Comfort, Premium ve Luxury diye dörde ayrılıyor, fiyatları da düşük sezonda kişi başı 35€-165€ arası değişiyor. İşte Comfort’ta havlu, bir bedava içecek ve bakım kremi gibi ekstralar verilirken, Premium’da bunun üzerine bornoz, bakım seti, lavların üstüne kurulmuş Lava Restaurant’ta yemek rezervasyonu ve bir şişe şampanya ikramı var. Luxury pakette ise özel bir lounge’yi kullanabiliyorsunuz, içeride o kadar fiyat farkını hakedecek ne var hiç fikrim yok. Biz 65€’ya Premium paket aldık. Girişte verdikleri elektronik bileklik ile locker’a gidip üstümüzü değiştirdik ve kendimizi dev havuza attık. İçeriye girdikten sonra kalış limiti yok, biz gittiğimizde çok kalabalık değildi zaten. Su yukarıdan bakınca büyülü bir mavi renge bürünürken, içine girdiğinizde çamurdan farkı yok. Ancak sudan devamlı yükselen buhar çok mistik hava katıyor Blue Lagoon’a. Yeri geliyor 2 metre ötenizi göremiyorsunuz, sanki rüyadasınız. Havuzun belli bölgelerinden çıkan çamuru alıp yüzüne sürüyordu herkes, içerdiği yüksek minerallerin şifa verici etkisi var. Çok düzenli yapmışlar her şeyi, içinde ne ararsanız bulabileceğiniz barından küçük şelalelere, sadece lav taşlarıyla çevrili alanlara zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Tamamen doğal kaynaklardan gelen su bazı yerlerde gerçekten çok sıcak. Etrafta yardımcı olan birçok görevli var, hepsi dünyanın bir köşesinden gelmiş sezonluk çalışıyorlardı Blue Lagoon’da. Bir nevi Disneyland. Bir saat kadar burada oyalandıktan sonra Lava Restaurant’a geçtik, çok lüks bu restauranta saat 4’e kadar bornozla girebiliyorsunuz. 4 tabaktan oluşan ödüllü menüleri vardı, zaten şampanya da dahil olunca paketimize pek keyifli oldu. Ardından iki üç saat kadar daha havuzda takıldık. Şimdi Blue Lagoon restorasyon halinde, 2017’de bitince iki üç kat daha geniş olacakmış. Sonuç olarak pahalı bir aktivite ama İzlanda’ya gelip de buraya gitmeden dönmek gerçekten olmaz. Zaten yol yorgunluğunu daha iyi başka yerde atamazsınız 🙂

Blue Lagoon

Reykjavik’te ve İzlanda’da sayılı saatlerimiz kalmıştı. Akşama çok merak ettiğimiz Fish Company isimli restauranta gittik, internette herkes burayı tavsiye ediyordu. Harika bir yemekle son gecemizi geçirdik İzlanda’da. Ertesi gün uçuşumuz öğle vaktiydi, e o saate kadar birşeyler yapmak lazımdı. Biz de sabah vakti erkenden gittik 5 dakika ötemizdeki limana, Puffin Express isimli, puffinlerin bulunduğu Lundey (Puffin Island) adasını gezen tura adımızı yazdırdık. Daha önce yazdığım gibi Doğu İzlanda fiyortlarında aramış da bulamamıştık bu sevimli kuşları, görmeden dönmek istemedik 🙂 5500 kronalık (120TL) bu tur toplam 1 saat kadar sürüyor. Dünyada toplam sayısı 8-10 milyon olarak tahmin edilen puffinlerin yarısı İzlanda civarında bulunuyor. Özellikle burada bulunan tür Atlantik Puffin, “lundi” diyorlar yerel dilde. Puffinler daha çok Mayıs-Ağustos aylarında gözüküyorlar ortalıkta, Mayıs ayı erken ama fena bir dönem değil. Yine de hava koşulları sert olduğu için turları daha seyrek yapıyorlardı. Sonuçta birkaç puffin görebildik. Çok komik hayvanlar, suyun 1 metre üstünden uçarken sanki her an düşebilecekmiş gibi bir sakar hallere bürünüyorlar. En zarif kuş cinslerinden değiller yani 🙂 Tabi dakikada 400 defa kanat çırpıp saatte 88 kilometre hıza ulaşabilmeleri ve 60 metre derinliğe dalabilmeleri gibi ilginç bilgiler verdi tur liderimiz. Dönüşte hafif gecikir gibi olduk, daha arabayı yıkatacaktık. Burada her şey otomatik olduğu için arabayı da kendiniz yıkıyorsunuz aslında. Hizmet sektörü burada gelişemeden yok olmuş. Büyük şehirlerde kurulu Löður isimli harika servisler var neyse ki, şu haritadan görebiliyorsunuz yerlerini. Dev garajlara arabayı yerleştirdikten sonra ekranlardan hangi hizmeti satın alacağınızı seçiyorsunuz. Ona göre belli süre boyunca köpüktü, cilaydı, her şey sağlanıyor. Eğer sadece yıkama ve kurutma isterseniz bedava. Araba son günlerdeki yolculuğun ardından perişan gözüküyordu, çamurluk üzerinde bile hala buz kalıpları vardı. Biraz adama benzesin dedik, bir saatimizi aldı kirlerden kurtulmak 🙂 Temizliğin ardından Netto’ya uğrayıp en sevdiğimiz tatlılarından yolluk yaptık, otelden çıktık ve havaalanına doğru artık ezberlediğimiz Keflavik yoluna çıktık.

Puffin Adası

Frankfurt’a giden Lufthansa uçağında kalkışın ardından tüm yolcular ve biz, gezdiğimiz gördüğümüz yerleri bir kez de havadan görelim diye camlara yapışmış vaziyetteydik. İzlanda’nın öyle bir etkisi var. Belki üç kez, dört kez gidilecek bir yer değil, çoğu insan bir kere gidiyor. Hem ulaşması çok pahalı, hem de ülkenin kendisi, o yüzden bir kere gidiliyor ama gidince bizim yaptığımız gibi baştan aşağı geziliyor. Bu kadar büyük kısmını tek seferde gezip gördüğüm başka ülke daha olmadı ve başka hiçbir yerde doğanın gücünü bu kadar yakınımda hissetmedim. Avrupa kıtasında olmasına rağmen ne Avrupa ne Amerika, tamamen kendine has bir coğrafya burası. Aktif yanardağlar, kapkara plajlar, derin fiyortlar, dev şelaleler, sevimli puffinler, cehennemin kapısı, geyzerler, büyülü termal havuzlar.. Gerçek bir doğa tutkunu sahi başka ne isteyebilir ki?

You may also like...

Leave a Reply

Your email address will not be published.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.