Titikaka’nın İki Kıyısı

[singlepic id=2240 w=200 h=150 float=left]Güney Amerika’daki coğrafyaları paylaşma kültürünü seviyorum. Iguazu Şelaleleri’ni Brezilya-Arjantin, Patagonya‘yı Arjantin-Şili, Uyuni’deki tuz düzlüklerini Şili-Bolivya paylaşmış. Şimdi de Titicaca Gölü’ndeyiz, yarısının Bolivya’ya yarısının da Peru topraklarına ait olduğu bu dünyanın en yüksek gölünün Güney Amerika gezginlerinin listesinde her zaman yeri vardır. Önce Bolivya’da bulunduğumuz için gölün bu tarafındaki Copacabana’dan başlayacaktık. Ama ülkenin en güneyindeki Uyuni’den yüzlerce kilometre ötedeki bu yere bir otobüs yolculuğu çok yorucu olacağından (bilmiyorum direk otobüs var mı) yol üstündeki başkent La Paz’da duralım dedik. La Paz 3650 metre ile dünyanın en yüksek başkenti. Şehirde düz giden bir sokak yok, tamamen yokuşlardan ve üzeri gecekondu görünümlü evlerle kaplı tepelerden oluşuyor. Şehir merkezinden dışarı çıktığınızda evlerin %90’ına boya çekilme zahmeti bile duyulmadığını görüyorsunuz, çok içaçıcı bir görüntüsü olduğunu söyleyemem şehrin. Aynı zamanda günün her saati eksik olmayan yoğun bir trafiği var, otobüs terminalinden bindiğimiz taksi (10 Boliviano/1,5$) iki üç kilometre ötedeki hostel’imize varana kadar yarım saat geçti. Bu arada La Paz yolcularına not, eğer bu şehire giriş ya da şehirden çıkış için otobüs kullanacaksanız ana otobüs terminalini (Terminal de [singlepic id=2220 w=200 h=150 float=right]Buses) kullanın, mezarlığın yanındaki diğer otobüs terminalinin (Terminal de Cementerio) çok tehlikeli bir yer olduğu dillerden düşmüyor. Hostel’imize vardığımızı kendimizi hemen içeri attık. Bir günlüğüne konaklayacağımız bu yer, şehrin en büyük parti hostel’iymiş. İrlanda’lılar tarafından işletilen yerin içindeki Irish Pub (dünyanın en yüksek Irish Pub’ı 🙂 ) her gün çılgın gecelere ev sahipliği yapıyordu, hostel’de kalanların çoğu da Britanya’lıydı zaten, Bolivya’da olduğumu unuttum. Yalnız bizim eğlenmeye pek enerjimiz yoktu, özellikle üç gün boyunca dağ hastalığıyla boğuşup hemen ardından 13 saatlik çok zor bir otobüs yolculuğu çekmenin ardından. Otobüse 50 Boliviano fazla verip Comfort Class almıştık, almaz olaydık. Comfort diye bir battaniye veriyorlar, içinde de tuvaleti var. Koltuklar çok sıkışık, dimdik oturmazsanız dizleriniz yara bere içinde kalıyor. Üstelik tekerleğin tam üstündeyiz, otobüs zifiri karanlık, herhangi bir ışık yok, etrafımız gürültücü İsraillilerle dolu ve en bombası ilk dört saat boyunca gittiğimiz yol yol değil. Uyuni turu otobüsle kaldığı yerden devam ediyordu. Sürekli çukurların içinden, farlar dışında herhangi bir ışıkla aydınlanmayan arazilerin içinden tozu dumana katarak geçiyorduk, karşıdan başka araç gelirse onbeş dakika kadar durup geçişi ayarlamak zorundaydık. Hele bir noktada üzerinde köprü olmayan bir nehri karşıdan karşıya geçmeye kalktık da [singlepic id=2222 w=200 h=150 float=left]otobüs iki katlı olmasa herhalde orada tıkılı kalırdık 🙂 Tabi uyumak ne mümkün, dokuz on saat zıplaya zıplaya gittikten sonra otobüsümüzün sonunda iflas bayrağını çekmesiyle bir saat kadar yedek otobüsün gelmesini bekledik. Son dört saat nispeten daha rahattı ama yine de La Paz’a vardığımızda ne kadar harap halde olduğumuzu tahmin edersiniz. Bolivya’da otobüs yolculuklarının sıkıntılı olduğunu söylemişlerdi, ama demek ki beklentileri en düşük seviyede tutmak lazım. Biz de La Paz’a bu halde varınca hostel’de oyalanıp dinlemeye baktık. Şehirde zaten gezilecek çok yer yoktu, olsa da o kadar trafiğin içine pek giresimiz gelmezdi 🙂 Ertesi gün için Copacabana’ya gidecek bir otobüse bilet aldık (45 BOL/6,5$), hostel’in önünden alacaklarmış ki bu büyük bir lüks oldu. Yalnız dedim ya her şeye hazırlıklı olmalıyız diye, ertesi gün bunu daha iyi anlayacaktık.

Bize otobüsün 7:30-8 arası geleceğini söylemişlerdi, akşam geç saatte bir görevli gelip 7’ye alındığını söyledi. Biz de saatleri 6:30’a kurduk. Sabah birinin dürtmesiyle uyandığımda ilk iş saatime baktım: 6’yı gösteriyordu. Ama odadaki adam otobüsün çoktan geldiğini söylüyordu, artık 5 dakikada [singlepic id=2226 w=150 h=200 float=right]çantaları nasıl toplayıp hostel’in kapısına çıktığımızı hatırlamıyorum. Otobüsteki diğer kişiler de aynı şeyi yaşamışlar, bazılarını ise 5’te uyandırıp almışlar 🙂 Neyse en azından otobüs bir önceki kadar çok rahatsız değildi, zaten yolculuğumuz 3 saat sürdü ki bunun yarım saatlik kısmı güzel bir bot geçişiydi. Gölün karşı kıyısına varmamızla birliktene kadar şirin bir yere geldiğimiz belliydi, yerel kıyafetleri içindeki halk, küçücük bir meydana dikilmiş Inka heykeli, etrafında dolaşan süslü mü süslü lamalar.. Otobüsün ayrı bir motorla gelişini bekledikten sonra tekrar bindik ve manzaralı bir yolda yaptığımız bir saat kadar yolculuğun ardından Copacabana’daydık. [singlepic id=2230 w=200 h=150 float=left]Burası sanırım Güney Amerika gezginlerinin en popüler duraklarından biri, etrafta turistlere hitap etmeyen tek bir dükkan bulamadım. Sağlı sollu kafelerde sırtçantalı gençler kızgın güneş ve yüksek irtifa altında yayılmış, dinlenmeye çalışıyorlardı. Bu arada Güney Amerika’da ilk defa Türk gezginler gördüm, hatta oturduğumuz masanın hemen arkasındalardı ancak pek pek konuşmaya hevesli olduklarını söyleyemem 🙂 Sonuçta o günü ve ertesi günü dinlenerek, tüm yorgunluğumuzdan sıyrılmaya çalışıp enerjimizi toplayarak geçirdik. Burası tam tembellik yeri, insanın ucuz odaları, yemekleri bulunca da pek ayrılası gelmiyor 🙂 Ancak bizim zamanımız kısıtlıydı ve bunun farkına vardıktan sonra ilk iş ertesi güne otobüs biletimizi aldık. Yolculuk Peru’ya!

[singlepic id=2242 w=200 h=150 float=right]Titikaka Gölü’ne komşu diğer büyük şehir olan Puno, Peru tarafında bulunuyor. Copacabana’dan 3,5 saat uzaklıkta, bunun yaklaşık bir saati zaten sınırda geçiyor. Güney Amerika’daki tüm kara sınır geçişlerini tamamlayacağız bu gidişle, Bolivya-Peru’nun da üzerini karalayabiliriz. Bu geçiş oldukça rahattı, sıramız gelince damgalarımızı bastırdık ve otobüse atlayıp yolumuza devam ettik. Yalnız arada bir protestolar sonucu sınır kapatılıyormuş, o dönemde binlerce gezgin yolda mahsur kalıyor, aşırı yüksek fiyatlara uçak bileti almaktan ya da günlerce sınırın açılmasını beklemekten başka çareleri kalmıyormuş. Biz öyle bir şanssızlık yaşamadık neyse ki. Bolivya sınırından geçer geçmez farkıma varan ilk şey ne kadar Peru’nun yeşil olduğu. Bolivya’nın çorak arazilerine, gri tepelerine karşın Peru’da her yer tarla, her yer ormanlarla kaplı. Puno’da kalmaya niyetimiz yoktu, çünkü kalınmaya değer bir şehir değil. Ancak orada yapılacak tek bir gezi var ki, o tek gezi Puno ismini Güney Amerika’ya gelen herkesin bilmesini sağlayacak kadar önemli hale getiriyor: Uros Köyü. Puno kıyılarının 4km açıklarında bulunan toplam 42 [singlepic id=2244 w=200 h=150 float=left]yüzen adacık tamamen sazlardan inşa edilmiş. 10 Sol’e (4$) gidiş-dönüş bot bileti alarak köylerde yaşayan yerlileri ziyaret edebiliyorsunuz. Uros yerlileri yeryüzünün en eski ırkı olduklarına inanıyorlar, güneşten bile eskilermiş. Dilleri olan Aymara dışında İspanyolca da biliyorlar (Aymara dilinde merhaba, kamisaraki demek). Adalar arası yine sazdan yaptıkları botlar ile gidip geliyor, arada bir de adaları birbirlerine demirleyip köyün şeklini değiştiriyorlar. Balık mı tutmak lazım, köyün ortasındaki hali hazırdaki bir delikten olta sarkıtıyorlar, bereketli göl sayesinde karınlarını doyurmakla kalmıyorlar, tuttukları fazla balıkları ve avladıkları hayvanları Puno’da satıyorlar. Adacıklardan bir tanesinde ilkokul inşa etmişler, minik çocuklar çevre adacıklardan sallarla gidip geliyorlar her gün. [singlepic id=2247 w=200 h=150 float=right]Elektrik solar panellerle sağlanıyor, su da gölden. Modern dünyanın nimetlerinden uzak yaşayan, geleneklerini sürdüren ve koruyan bir ırk Uros’lar ve buraya yolu düşen herkes tarafından ziyaret edilmeleri şart. Tek sorun adaların gün geçtikçe daha turistik hale gelmesi ve turistler yürüyen cüzdan olarak görüldüğü için yerli halkın yaptıkları el işlerini satmak için oldukça ısrarlı davranması. Köyde yaşayanların sayısı da hızla azalıyormuş, onbeş yıl önce 2000 olan toplam yerli nüfusu günümüzde birkaç yüze düşmüş, diğerleri anakaraya yerleşmeye karar vermiş. Üç saatlik bir turdu bizimkisi ama saz evlerde kalıp, birebir Uros deneyimi yaşayabileceğiniz geziler de satın alabiliyorsunuz.

Puno Limanı’na döndüğümüzde öğlen vaktiydi ve beş saat sonra kalkacak otobümüze kadar oyalanmak adına şehir merkezindeki restaurantlardan birine geçip internette takılalım dedik. Avenida Peru’daki meydanda bulunan dev katedrale tam [singlepic id=2252 w=200 h=150 float=left]karşıdan bakan restraurantta oturup birşeyler atıştırdık ve otobüsün kalkmasına bir saat kala terminaldeydik. Otobüs firmasını biz seçmemiştik, o yüzden neyle karşılacağımızı bilmiyorduk. Böyle ülkelerde bazı firmalar sadece turistlere bilet satıyor, genellikle bu otobüslerin biraz daha konforlu ve tuvaletli olmasının karşılığında iki katı kadar fazla ücret talep ediyorlar. Yerel firmaların otobüslerinde ise turist bulmanız çok zor, biz Cuzco gibi dünyanın en popüler yerlerinden birine giden bu otobüste bile tek turisttik, rengarenk kıyafetleri içindeki örgülü saçlı, şapkalı ve koca bohçalı kadınlarla yanyana yaptığımız 9 saatlik ilginç bir yolculuktan sonra artık Cuzco’dayız. Peru’nun incisi, sırtçantalıların Mekke’si Cuzco’da aklımızda artık sadece ve sadece Macchu Picchu var 🙂

You may also like...

1 Response

  1. Ukash says:

    Güney Amerika’ya hayranım

Leave a Reply to Ukash Cancel reply

Your email address will not be published.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.