Kutsal İnek!

Her tren ya da otobüs yolculuğum maceralı oluyor. Bu sefer neredeyse treni kaçıracaktım. Ama hakkını vereyim, yolculuğun kendisi gayet rahat geçti. 10 saatlik yolun çoğunda mışıl mışıl uyudum. Rishikesh’e gitmek için önce Haridwar’a varmak gerekiyordu, 1 saat gecikmeli olarak şehre vardığımızda otobüs terminalini rahatlıkla buldum (Zamanımın çoğu bir yerleri arayarak geçtiğinden olsa gerek, artık hissedebiliyorum neyin nerede olduğunu 🙂 ). “Sadece” 500 Rupi’ye beni oraya götürebileceğini söyleyen taksicileri başımdan savıp, Rishikesh’e giden otobüse 23Rupi verdim ve 30km’lik manzaralı yolu 1,5 saatte keyfini çıkarta çıkarta katettik.

[singlepic id=395 w=200 h=150 float=left]Rishikesh dünyanın yoga ve meditasyon başkenti. 60’larda batı dünyasında ruhunu arayış, içindeki gerçeği buluş, çiçekler ve böcekler popüler olunca gözler buraya kaymış. Hele Beatles, Mick Jagger, Janis Joplin gibi isimler 1968 yılında buraya gelip Maharishi Mahesh Ashram’da (yoga merkezi – şu anda maalesef kapanmış ve terkedilmiş durumda) haftalarca süren meditasyon seanslarına katıldıktan sonra, ziyaretçi akını hiç kesilmemiş. Bugün ise gözlemlediğim kadarıyla spiritualizmle yatıp kalkan bir şehir konumunda. Şehirdeki her iki binadan biri meditasyon, ayurvedik terapi, sufizm ve benzeri ekollere hizmet veriyor. Bütün oteller sabah saatlerinde yoga seansları düzenliyor ve restaurantlar tamamen vejeteryan, organik ayurvedik yoga yemekleri sunuyor. 24 saat boyunca kesintisiz rahatlatıcı melodiler yankılanıyor sokaklarda, akşamları ise Krishna heykellerinin ve tapınaklarının önünde toplu ayinler var. Kısaca eğer bu tür şeylerle ilgiliyseniz aylarca kalsanız da sıkılmazsınız. Zaten burada gördüğüm turistlerin çoğu belli ki uzun [singlepic id=399 w=200 h=150 float=right]süredir burada; kıyafetleri, saçları, incik boncukları ile ortama ayak uydurmuşlar, yüzlerinde ise kalıcı bir sırıtma hali var, “çok huzurluyum ben” mesajı veriyorlar (göze sokuyorlar). Bu kadarını zaten bekliyordum ancak beni en çok şaşırtan şey inekler oldu! Son 3 haftadır inekten başka birşey görmedim sokaklarda, denizde balık görmeye alıştığım kadar alıştım bu kutsal hayvanlara, evet ama burada her zamanından daha çoklar. Yer yer inek konaklama merkezleri var, sokaklar inekle dolup taştığı için insanlar da yürüyebilsin diye bir kısmını burada konaklatıyorlar. İnekler burada sanırım insanlardan daha değerli, konaklama merkezlerinde krallar gibi bakılan ineklere bakınca dünyadaki adaletsizliğe, özellikle İslam ülkelerinde yaşayan kuzenlerinin çektiği acılara, sadece lezzetli bir akşam yemeği olarak görülmelerine üzülmemek elde değil. Yoldan gelip geçen Hintliler ve Hintli gibi davranan turistler ineklerle karşılaştıklarında başlarını [singlepic id=398 w=200 h=150 float=left]okşuyorlar, tanrılara şükrediyorlar. Tabi öte yandan, inek sayısının çokluğu inek pisliği miktarında da artış anlamına geliyor. O yüzden sokaklarda ilerlerken başın aşağıda, bir sonraki adımı izler halde olmasında fayda var (tabi bu sırada ineklere çarpmayın, tanrıları kızdırmayın). Rishikesh aynı zamanda kutsal Ganj Nehri’nin Himalayalar’dan doğduğu yer, bu kadar öenmli sayılmasının bir sebebi de bu. 3892 metre yükseklikte kaynağını alıp toplam 2592 km boyunca seyreden ve Varanasi’den geçip Bengal Köfrezi‘ne dökülen nehrin bu kısmı tertemiz. Yıkanan hacılar her yerde olduğu gibi burada da varlar ve Varanasi’deki gibi her akşam Ganga Arti seromonileri yapılıyor. Ama ölü yakma töreni görmedim, emin değilim yapılıp yapılmadığı konusunda.

Bu arada şehre oryante olmam uzun sürdü. Otobüsten indiğim yer tam anlamıyla meditasyon merkezine benzemiyordu. İnsanlarda ise anlamsız bir gerginlik vardı, taksici mesela 150Rupi’den açtığı pazarlığı 60Rupi’ye indirince bir triplere girdi sormayın (işte bu adamın meditasyona ihtiyacı var). Sürekli engebeli yerlerden geçiyor, sağa sola sataşıyor ve beni bırakması gereken yerden biraz uzakta bırakıyor. Neyse artık bu tür şeylerden etkilenme günlerini geride bıraktım, verip parasını yürümeye başlıyorum. Gitmek istediğim yer Swargashram, Ganj Nehri’nin diğer tarafında kalıyor ve buraya araçların girmesi yasak. Bu da nehrin bu yakasını daha sessiz, huzurlu bir yer yapıyor. Köprü aracılığıyla gürül gürül akan Ganj’ın üzerinden karşıya geçtiğimde otellerin nerede olduğunu bir süre anlayamadım. Bu sefer hiç araştırma yapmamıştım nerede kalacağımla ilgili, sadece otellerin burada olduğunu biliyordum ama elimde harita falan yok (ne yalan söyliyim, bazen Lonely Planet kitaplarına[singlepic id=403 w=200 h=150 float=right] ihtiyaç duyuyor insan). Halk da pek yardımcı olamıyor bu konuda, etrafta ise hiç turist göremiyorum (sonradan anlıyorum ki herkes sabah meditasyonundaymış). Oteller bölgesini bulmam yarım saati buluyor ama küçük bir tur şehir turu yapmış oldum işte sorun yok 🙂 Tabi burada otel fiyatları yüksek ve yer sıkıntısı var, 400Rupi veriyorum (turist bol olunca pazarlık da yapmıyor oteller) nispeten iyi otellerden birine. Ama bu yüzden iki gece kalacağıma tek gece kalmaya karar verdim. Yarın gece treniyle de Delhi’ye giderim. Neyse otelde sıcak su varmış, en son ne zaman sıcak suyla duş aldığımı hatırlamıyorum, çok iyi geliyor 🙂 Kendime gelip son yorgunluk kırıntılarını da üzerimden attıktan sonra aşağı inip otel restaurantında birşeyler yiyorum ve şehirde dolaşmaya çıkıyorum. Bugün hiç fotoğraf çekmeyeceğim, sadece dinlenmeye ve anın tadını çıkartmaya bakıyorum. Sokak çaycılarından birinde Hint çayımı içerken oradaki gurulardan biriyle tanıştım. Felsefik konuşuyor sürekli ama söylediği işe yarar şeyler arasında [singlepic id=407 w=200 h=150 float=left] 4 Kasım’da çok büyük bir Yoga Festivali’nin başlayacağını ve sınırlı sayıda insan kabul edeceklerini, şehirdeki kalabalığın sebebinin bu olduğunu ve istersem adımı listeye yazdırabileceğini öğreniyorum. Zamanım olsa seve seve kabul ederdim ama yarın ayrılacağımı söyleyip teşekkür ediyorum teklifi için. Hindistan’da sürekli bir festival hali var, nereye gitsem tören, ayin, kutlamayla karşılaşıyorum, festival dışında da zaten haftanın yedi günü de yedi ayrı tanrıya ayrılmış, her gün ayrı bir etkinlik. Ülkenin sevdiğim taraflarından biri işte, halk ne kadar fakir, ne kadar problemli olursa olsun zamanlarının çoğunu eğlenceye ayırıyorlar. Genelde mutlu ifadeler var suratlarında, yaşamın ağırlığını üzerlerinden atmışlar ve durumlarından dolayı şikayet etmiyorlar. Ve böyle bir yere, daima renkli daima hareketli Hindistan’a turist olarak gelen biri sıkılmaya fırsat bile bulamıyor.

Akşam olduğunda Ganj manzaralı restaurantlardan birine geçip vejeteryan Hint yemeklerinden iki tabak alıyorum ki doyabileyim. Kutsal yerler iyi güzel ama et vermiyorlar işte buralarda, son bir haftadır tavuklu bir yemek bile yiyemedim. Neyse ki tatlıları iyi, yolda denk geldikçe alıp atıyorum mideye 🙂

Yeni günün sabahıyla herkes kendini yoga seanslarına atıyor, odamda uyurken bile etraftan dinlendirici meditasyon müzikleri yayılıyor, insanın uyudukça uyuyası geliyor doğrusu 🙂 Ben buraya yoga için gelmedim, sadece ortamı görmek istemiştim. O [singlepic id=396 w=200 h=150 float=left]yüzden katılmıyorum seanslardan birine. Ama yapmak isteyenler için aşramlarda örneğin bir aylık meditasyon kurslarının fiyatı 300-600$ arası değişiyor imiş, haberiniz olsun. Şehirdeki bir diğer aktivite ise Ganj Nehri’nde rafting. Güzel olacağını pek zannetmiyorum, nehir her ne kadar hızlı aksa da başlangıç seviyesinden daha zorlu olacağa benzemiyor. O yüzden sadece dolaşmaya bakıyorum gün boyunca, girmediğim sokaklara giriyorum, görmediğim inekleri görüyorum ve insanları izliyorum. Böyle yerlerde sadece insanları izleyerek bile oyalanabilir insan, kendi ülkelerimizde alışık olduğumuz görüntüler değil sonuçta. Şehrin Ganj kıyısından yarım saat yürüyüş mesafesinde ünlü bir tapınağı var. 13 katlı Trayambakeshwar Tapınağı’nın her katında odacıklar içinde Hindu heykelleri var. Zemin kattan başlayıp her katı heykelleri sağ tarafınıza alacak şekilde tavaf ediyorsunuz, yukarı çıkan merdivenler yolun sonunda çünkü. Ben de bir hevesle girdiğim tapınağın 9. katında pes ettim artık, koca bina dön dön bitmiyor yahu 🙂 Tapınaktan sonra oranın [singlepic id=402 w=200 h=150 float=right]meşhur Jhula Köprüsü’nü de gezip fotoğrafladıktan sonra, günbatımını izlemek için otelimin bulunduğu yere geri dönüyorum. İyi ki de dönmüşüm, günbatımı tam anlamıyla nefes kesici. Günbatımından hemen sonra başlayan ve bir saat süren Parmarth Ashramı’ndaki töreni yakalamam ise tamamen tesadüf eseri oluyor. Yoldan geçerken turuncu kıyafetleri içindeki küçük yogiler dikkatimi çekmişti, kapıdaki güvenlik görevlisine yaklaştığımda beni içeri aldı. Ben de kurulup köşeye fotoğraflarımı sıralamaya başladım. Bir ateşin etrafında toplanan insanların ayini bittikten sonra hava iyice karardı ve kalabalık bu sırada hızla arttı. En can alıcı noktada ise herkes aniden ayağa kalktı, kapıdan giren orta yaşlı sakallı bir amca içinmiş. Amca merdivenin tepesindeki baş köşesine kurulduktan sonra mikrofonu eline aldı ve ilahiler okumaya başladı. Tam bir [singlepic id=409 w=200 h=150 float=left]saat boyunca “Hare Krishna, Hare Rama” sözleri eşliğinde huzur buldu ortalık, adamın sesi güzelmiş ama hakkını vereyim. Bu arada turistlerin bir kısmı ise sakallı amcanın hemen yanında yerlerini almış, ilahiler eşliğinde kendilerinden geçmekteydiler. Bilmiyorum, ben sinir oldum bu duruma, kendi yaşam felsefene çok ters ve seni kabul bile etmeyen bir dine sırf popüler diye körü körüne bağlanıp kendini dinin mensuplarından bile daha adamış gibi davranmak şekilcilik gibi geliyor. Fotoğraflarda da göreceksiniz, sakallının hemen yanındaki sarışın genç ve aileden bahsediyorum 🙂 Yerel halk ise bu amcaya tanrı gözüyle bakıyor, yürürken birçoğu ayaklarına kapanıp günahlarını affetmesini falan diledi. Yine çok rahatsız oldum, bunun gibi adamlar o kadar güç sahibi oluyor ki politikacıları ve büyük iş adamlarını bile maymuna çeviriyorlar, her istediklerini yaptırıyorlar. Özellikle Beatles’ın gittiği Ashram’ın liderinin sözü o dönemde Hindistan başbakanından daha değerliymiş. Neyse, sonuçta tören çok büyüleyiciydi ve kendimi resmen [singlepic id=414 w=200 h=150 float=right]kaptırmışım. Bu yüzden Delhi’ye gidecek treni yakalamak üzere Haridwar’a gitmem gerektiğini farkettiğime saatin nasıl bu kadar çabuk geçtiğini anlayamadım. Hemen otelden çantamı sırtlayıp, köprünün karşı tarafına geri yürüdüm ve taksi, otobüs kombinasyonundan sonra trenin kalkmasına 30 dakika kala Haridwar’dayım. Apar topar ayrılsam da, tam elveda edemesem de biliyorum ki hep iyi düşüncelerim olacak geriye dönüp bu şehri hatırladıkça ve umuyorum ki buraya bir gün tekrar düşecek yolum..

NOT: Drive ne güzel bir filmmiş ya, bu kadar geç izlediğim için pişman oldum. İzlemeyen kalmasın 🙂

You may also like...

Leave a Reply

Your email address will not be published.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.