Osaka Değil Ooosaaka

“Doğrusu bu. Uzatarak söylemen lazım, yoksa anlamaz Japonlar seni” diyor üç gün boyunca beni evinde misafir eden host’um Sho. Osaka Japonya’nın ikinci büyük şehri ve her ülkede olduğu burada da en büyük iki şehrin halkı arasında çekememezlik var. Osakalılar Tokyo’luları robot, duygusuz olarak [singlepic id=790 w=200 h=150 float=left]görürken; Tokyo’lular ise Osaka insanı züppe, kendini beğenmiş diyor 🙂 Turist gözüyle baktığımda Osaka halkı daha sıcak ve yardımsever ama şehirde yapılacak çok şey yok. Bu yüzden Sho beni üç günün ikisinde çevredeki birbirinden güzel şehirlere götürdü. Sho harika biri, sırf benim için işinden iki gün izin almış, zamanının çoğunu benimle geçirdi, bir çok yere arabasıyla götürüp getirdi ve her konuda yardım etti. Evde annesiyle yaşıyordu, akşam eve döndüğümüzde bizi bekleyen anne yapımı harika Japon ev yemekleri sevinçten gözlerimi yaşarttı resmen 🙂 Her sabah ise aynı güzellikte kahvaltılar hazırladılar. Mükemmel misafirlikleri için ne kadar teşekkür etsem az onlara. Japonya’da kaldığım her host birbirinden iyi çıkıyor, her seferinde krallar gibi ağırlanıyorum. Diyorum işte Japonlar dünyanın en iyi halkı, Avrupalıları zaten geçtim ama dünyaca ünlü misafirperverliği ve sıcaklığı ile övünen biz Türklere bile taş çıkartırlar, onu belirteyim.

Osaka’ya dönersek[singlepic id=799 w=200 h=150 float=right] tek gün yeterliydi Osaka için. Buraya gelen her turistin gitmesi farz olan Osaka Kalesi Japonya tarihinin en önemli yapılarından biri. 16. yy’da Japonya’nın birleşmesinde çok kilit rol oynamış. Kalenin bulunduğu konum ve çevresindeki bahçe inanılmaz. Özellikle sonbaharda yapraklarını döken ve bambaşka renklere bürünen onlarca çeşit ağacın sıralandığı yol harika fotoğraflar çıkartıyor. Şehrin diğer görülesi yeri olan Sky Building, tepesine çıkıp şehir manzarası görmek için en iyi tercih ancak Tokyo’da yeterince bina manzarası fotoğrafı çektiğim için, bir de zamanım kısıtlı olunca gitmekten vazgeçtim. Akşam olduğunda ise tüm halk Dotonbori’ye akın ediyor. Haftanın her günü gecenin her saatinde capcanlı bulabileceğiniz bu bölge restaurantları, izakayalarıyla Osaka’da eğlence arayanlar için olmazsa olmaz.

[singlepic id=770 w=200 h=150 float=left]Osaka aynı zamanda Japonya’daki Universal Studios’a ev sahipliği yapıyor. Tokyo’daki Fuji-Q parkının kapalı olmasının acısını bir şekilde çıkartmak istediğimden buraya gitmeyi kafaya koymuştum. O yüzden Sho’nun evine varır varmaz Universal Studios’a gidelim mi diye teklif ettim 🙂 Hiç gitmemiş o da, kabul etti ve çantamı bırakıp atladık trene. Park zaten şehir merkezine yakın, trenle 15 dakikada ulaşılıyor. Girişi diğer parklara göre tuzlu: 6200YEN(150TL). Orlando’da gitmiştim Universal’e, kıyaslarsam Japonya’daki çok küçük kalıyor ve atraksiyonu çok az. Daha çok çocuklara hitap ediyor bence. Rollercoaster bile sadece bir taneydi, üstelik o kadar da heyecanlı çıkmayınca hayal kırıklığına uğradım. Neyse ki haftaiçi olduğu için park boştu da her atraksiyonu tek tek denedik ve sonuçta güzel zaman geçirdik. Ama Japonya’da eğlence parkına gidecekseniz Fuji-Q’dan şaşmayın. Tabi gitmeden önce parkın açık olduğunu kontrol ettikten sonra 🙂

[singlepic id=792 w=200 h=150 float=right]Akşam olduğunda ise yetişkinler için Universal diyebileceğimiz başka bir yere gittik: SpaWorld. Birçok yerde merkezleri var ama Osaka’daki Japonya’nın en büyüğü. Adı üstünde spa, ama bildiğiniz spalara benzemiyor. Toplam 10 katlı binada, binlerce kişiyi aynı anda ağırlayabilecek onlarca farklı termal havuz, sauna, jakuza, vs var. Ve Asya-Avrupa olmak üzere iki tipte dekore edilmişler. Erkek ve kadın bölümleri ayrı olduğu için bir ay boyunca diyelim kadınlara Asya, erkeklere Avrupa bölümü açıkken, bir sonraki ay tam tersi oluyor. Bize Avrupa bölümü düştü Aralık ayında. Bu bölümü ülkelere ayırmışlar ve her ülke için ayrı odalar inşa etmişler, örneğin Fin hamamından yararlanmak isterseniz yapay karların içinden geçip ahşap kulübeye girmeniz lazım, Yunan odasında Artemis heykelleri karşılıyor sizi tüm heybetiyle, Blu Grotto banyosunda ise kayaların içinden ve meşhur arkın altından geçip mavi ışıkla aydınlatılmış suyun içine girdiğinizde kendinizi Malta’da hissetmemeniz imkansız. Soğuk Osaka havasında terasa geçip sıcacık jakuzi keyfi yaşamak istiyorsanız İspanya bölümüne geçmeniz gerekli. Üstelik masaj yapan güçlü şelaleri de var. Her havuzun suyu ve amacı ise tamamen farklı, birinde zencefil, yasemin gibi bitki karışımlarıyla dolu, diğeri süt banyosu, başka biri ise şifalı kükürt mineraliyle zenginleştirilmiş olabiliyor. Ama favorim tuz saunası oldu. İçeri girdikten sonra ortada duran koca kaseden bir avuç dolusu tuz alıp vücudunuzun her yerine sürüyorsunuz. 10 dakika bekledikten sonra cildinizin ne kadar yumuşak olduğuna şaşırtıcı. Ve bütün bunlar için giriş ücreti sadece 1000YEN(20TL), giriş [singlepic id=798 w=200 h=150 float=left]yaptıktan sonra öğlen 12-gece 12 arası yararlanabiliyorsunuz spa’dan, gece de kalmak isterseniz bir 1000YEN daha vermeniz gerekiyor. Merkezde rahatça uyuyabileceğiniz dinlenme odaları mevcut, düşününce şehirde otelde kalmak yerine burada konaklamak çok daha ucuz ve bin kat daha eğlenceli. İnsan çeşitli havuzlarda saatlerce takılıp, uykusu geldiğinde dinlenme odasına geçer ve kalkıp tekrar havuzlara girer 🙂 Şampuan, traş bıçağı, diş fırçası gibi her türlü detay düşünülmüş, çantanızı açmanıza bile gerek yok. Biz de yorucu bir günün ardından akşam 9’da gittiğimiz spa’da geceyarısına kadar oyalanıp eve geri döndük. Sonunda kuş gibi hafiflediğimizi ve tüm yorgunluğumuzu atmış bir şekilde hemen uykuya daldığımızı söylememe gerek var mı? 🙂 Yolculuğa sıfırdan başlamış gibiyim. Yalnız Asya bölümünü görememek biraz içimde kaldı, çok güzel Japon, Çin ve Tayvan odaları varmış. Tekrar gelmek için bahane işte 🙂

Bu arada son akşam arabayla eve dönerken polis çevirmesine denk geldik, bahsetmeden geçemeyeceğim. Yolun bir kısmını kapatan trafik polisi geceyarısı iki genci görünce durdurmaz mı, haklı olarak hemen işaret verdi durmamız için. Sho’ya tabi Japonca birşeyler dedikten sonra Sho polisin elindeki aleti üfledi ve polis tekrar birşeyler söyleyip bizi gönderdi. Ben de hemen ne konuştuklarını sordum, Sho’nun yanıtı şöyleydi: “İyi akşamlar. Sizi durdurduğum için özür dilerim ama alkol muayanesi yapmam gerekli. Lütfen şu makineye üfleyin. Oh, hiç alkol almamışsınız, çok özür dilerim tekrar sizi durdurduğum için. Ve bilinçli olduğunuz için çok teşekkürler, lütfen dikkatli sürün ve iyi bir akşam geçirin.” Bunları duyunca gözlerim yaşardı.

KOBE

[singlepic id=773 w=200 h=150 float=right]Kobe’yi meşhur 1995 depreminden hatırlarsınız. Japonya tarihinin en yıkıcı depremlerinden biri olan Kobe depreminde binlerce kişi ölmüştü. Japonya o tarihten sonra yaralarını hızla sarıp bir daha benzer trajedi yaşanmasın diye büyük önlemler aldı ve şehri neredeyse baştan yarattı. Kobe şu anda Japonya’nın en gelişmiş şehirlerinden biri durumunda. Sho bana daha yeni başlayan ve 12 gün boyunca sürecek bir kış festivalinden bahsetti. İsmi Luminaire ve her yıl Aralık ayında Kobe Depremi anısına düzenleniyor. Işık şovları ve rengarenk lambalarla süslenmiş birbirinden güzel binaları ile tüm şehir festival havasında oluyor bu 12 gün boyunca. Çok şanslıymışım festivali yakaladığım için. E bir de o gün ilk gün olduğu için ise gitmemek olmazdı tabi. Hemen trene atlayıp yarım saatte Kobe’ye vardık. Zaten trendeki insan yoğunluğundan halkın çevre şehirlerden festivale akın ettiği belliydi, istasyondan çıktığımızda[singlepic id=771 w=200 h=150 float=left] yolların çoğu araç trafiğine kapatılmıştı ve polislerin gösterdiği yoldan ilerleyen büyük bir kalabalık vardı. Festival alanına çok geçmeden vardık, süslemeler ve ışıklar çok güzel hazırlanmış gerçekten. Bir de tüm alana hoparlörlerden yayılan hafif müzik eklenince ne kadar özel bir an yaşadığınızın farkına varıyorsunuz. Orada birkaç saat oyalanıp bol bol fotoğraf çektikten sonra sıra bir şeyler yemeye gelmişti. Deniz kıyısında çok sayıda güzel restaurant varmış. Japonya denizle içiçe bir ülke, adanın içlerine kadar giren onlarca su yolu var, bu da şehirlerin çoğunun su kıyısında olmasına sebep oluyor. Tsunami gibi felaketlere karşı her zaman daha açıklar ancak şehirler için büyük avantaj buralarda konumlanmaları. Zaten deniz kıyısında(Los Angeles, Barcelona, İstanbul, Sydney, Rio, vs) ya da içinden nehir geçen şehirler(Paris, Londra, Roma, New York, vs) her zaman daha gelişmiş ve daha yaşanılır oluyor. Kobe de denizin tüm nimetlerinden yararlanmış. Restaurantlar bölgesine girip yiyecek birşeyler aradık, tabi ki bir Japon restaurantına girdik ve muhteşem bir ziyafet çektik.

[singlepic id=776 w=200 h=150 float=right]Kobe’nin dünyaca ünlü bir başka özelliği ise Kobe bifteği. Dünyanın en pahalı ve en lezzetli eti olarak biliniyor. Sebebi ineklerin son derece özel olarak yetiştirilmesi. İnekler belli bir yaştan itibaren kendilerine özel olarak tahsis edilmiş yetiştiriciler tarafından her gün özel bir birayla besleniyorlar, rahatlatıcı müzik dinletiliyorlar ama en bombası ineklere düzenli olarak masaj yapılıyor. Bira etin güzel ve dengeli yağlanması için, müzik hayvanın strese girip kasılmaması için, masaj ise etin daima yumuşak kalması için. Onca zahmetten sonra inek kesiliyor ve dünyanın her tarafındaki lüks restaurantlara dağıtılıp yüksek fiyattan müşterilere servis ediliyor. Eğer çiğ olarak almak isterseniz fiyatını söyleyim: Kilosu 1000$ 🙂 İstanbul’da bir restaurantın menüsünde bu etin servis olduğunu duymuştum, 120gramlık küçük porsiyonu 135TL’ye[singlepic id=793 w=200 h=150 float=left] satılıyormuş, nasıl yaptıkları ve etin ne kadar kaliteli olduğu da belirsiz. Kobe’de ise işin ustaları tarafından pişirilen en iyi kalite et(150gr), yanında pilav, çorba, sos, Japon turşusu, yeşil çay ve kahve toplam 75TL. Yalnız bu fiyat öğlen menüleri için geçerli, akşam saatlerinde aynı set menünün fiyatı  180TL’ye çıkıyor aklınızda olsun 🙂 Japonya hakkında en çok sevdiğim şeylerden biri de bu, öğlen vakti bütün restaurantlar fiyatlarını büyük oranda indiriyor, dilediğiniz kadar yiyin. Ben de Osaka’dan trene atlayıp öğlen saat 1’e doğru Kobe’ye vararak şehrin ünlü restaurantlarından olan Steakland’in kapısında yerimi aldım. İçeri girmek [singlepic id=794 w=200 h=150 float=right]için tam bir saat sıra beklemem gerekti ama yaşadığım deneyim her şeye değerdi. İçeri girip bar masalarından birine oturduktan sonra şef size etinizi nasıl istediğinizi ve hangi sosları karıştırmak istediğinizi soruyor. Pişirme işlemi ise karşısınızda tamamen size özel oluyor, şefin eti pişirirkenki hareketlerini ve maharetli ellerini izlemesi en az eti yemesi kadar keyifli. Et ise tam anlamıyla cennetten gelme. Bu kadar yumuşak ve lezzetli bir et daha tatmadım hayatımda. Buraya yolu düşüp de Kobe etini denemeyen saygısızdır, yaşamının geri kalanını vejetaryan olarak sürdürmeyi hakediyordur.

NARA

[singlepic id=779 w=200 h=150 float=left]Nara Osaka’ya yarım saat uzaklıkta tam bir doğa harikası. Parklar, tapınaklar, göletler ile şehir kalabalığından uzaklaşıp güzel, dinlendirici zaman geçirmek isteyenler için çok doğru bir tercih. Japon rehber kitaplarında ülkenin en görülesi on yeri arasında geçiyor. Bu küçük şehirde bile 14 UNESCO Dünya Mirası var ve özellikle bir tanesinin ünü tüm dünyaya yayılmış durumda. Todai-ji Tapınağı tam 752 yılında inşa edilmiş! Ve o kadar eski olmasına rağmen çok sağlam bir şekilde günümüze kadar dayanmış, üstelik dünyanın en büyük ahşap binası ve içinde dünyanın en büyük bronz Buda heykeli var. Tapınağın hemen çevresindeki yürüyüş yolu ise renklerin her tonuna ev sahipliği yapmasıyla meşhur. Buradaki tek [singlepic id=778 w=200 h=150 float=right]problem tapınakların saat 5’te ziyaretçilere kapanması, o yüzden bir günde her yeri gezerim diye düşünmek hata olur. Akşam vakti gezilecek birkaç yer bıraksalar iyi olurdu, ayışığı ile aydınlanan tapınaklara girip her an canlanacakmış gibi duran devasa savaşçı heykellerini izlemesi büyüleyici bir deneyim olsa gerek. Ama öyle bir şey olmadı tabi ki, biz de saat 6 gibi Osaka’daki sıcak yuvamıza döndük.

JAPON MUTFAĞI – BÖLÜM 2

[singlepic id=789 w=200 h=150 float=left]Japon mutfağından değişik tatlar arayışım Osaka’da da devam ediyor. Ülkedeki üçüncü günümden itibaren McDonald’s, Subway gibi yerlere gitmeyi bıraktım tamamen, her öğün farklı bir yemek tadacağım diye uğraşıyorum. Ve her yediğimi kara kaplı defterime not edip puanlar veriyorum 🙂 Beni gezdirip her seferinde farklı restaurantlara götüren mükemmel host’larım da olunca onların tavsiyeleri sayesinde midem son iki aydır en iyi günlerini yaşıyor 🙂 Osaka’da Sho’nun nacizane önerilerini dinleyerek birçok yemek denedim. Favorilerim şunlar:

Şabu şabu: Japonya’da [singlepic id=804 w=200 h=150 float=right]kendin pişir kendin ye tarzı restaurantlar çok popüler, geleneklerinin bir parçası. Şabu şabu ise buralardaki en popüler yiyecekler arasında. Mantar, pilav keki, çeşitli sebzeler, tofu ve özel sosla doldurulmuş tencerenin yanında bir tabak dolusu çiğ et getiriyorlar. İnce eti karışımın içinde 10 saniye tuttuktan sonra susam ya da soy sosunun içine batırıp yiyorsunuz. Üzerine de sebzeleri ve yemekle birlikte getirilen udon makarnayı (noodle’ın kalın olanı) indiriyorsunuz mideye. Çok başarılı bir yemek.

Loskatzu: Bir kasede pişmiş soslu inek eti, diğerinde pilav, sonuncusunda ise çiğ yumurta var. Eti yumurtaya batırıp yiyorsunuz, özellikle et sosu ete muhteşem bir lezzet katıyor.

Omrays: Japon yiyeceği olmadığını, İtalya’ya özel olduğunu söylüyorlar ama İtalya’da buna benzer bir yiyecek görmedim. Kapalı omlet içinde ketçaplı ve baharatlı pilav. Tadı çok güzel ve çok doyurucu. Güne zinde başlamak için en iyi tercihlerden biri 🙂

Mitaraşi dango: Top şeklinde pilav keki. Ayaüstü atıştırmalık bir yiyecek. Soya sosunun içine batırıldıktan sonra şişlenmiş olarak satılıyor. Özellikle turistik yerlerdeki küçük büfelerde bulunuyor ama tadı gayet iyi, tavsiye ederim.

Onigiri: Kalıp şeklinde pilav yiyeceği, içinde her türlü et, sebze ya da tatlı olabilir. Özellikle yosunla yapılanı çok lezzetli. Bütün yemeklerde pilavdan bahsediyorum gördüğünüz gibi ama pilav konusunda o kadar uzmanlaşmışlar ki dünyanın hiçbir yerinde daha iyisini bulamazsınız. Birazcık seviyorsanız pilavı, Japonya’da sıkılmadan günün her öğünü yersiniz. Çünkü her yiyeceğin kendine özel sosu ve ayrı lezzeti oluyor.

Japon tatlılarından bahsetmedim şu ana dek, çünkü çok fazla çeşit yok. Genellikle imoyokan denilen ve dışı tatlı patates içi tatlı fasulye ile kaplı rengarenk tatlılardan yiyorlar. Daha çok yaşlılara hitap eden bir yiyecek ama beğendim 🙂 Gençlerin favorisi ise krep tatlıları. Ah o krepler ne kadar lezzetli öyle! İçine çeşit çeşit meyve, kek ve dondurma koydurabilirsiniz. Favorim çilek, krem şanti, fındık, cheesecake ve dondurmalı olanı. Onları her gün yiye yiye son 10 günde 5kg aldım 🙂

Ayrıca Osaka’nın okonomiyaki ve takoyakisinin meşhur olduğunu yazmıştım. Takoyaki deneyebildim sadece ama tarafsızca yorum yapmam gerekirse burada yediğimin Tokyo’dakine bin bastığını iddia ederim. Bir kere bol bol ahtapot eti koyuyorlar, Tokyo’daki gibi malzemeden çalma yok, sosu ise ayrı güzel 🙂 Okonomiyaki denemesem de eminim ki aynı şekilde daha lezzetlidir.

Artık Kyoto’ya gitme zamanı. Japonya’daki günlerim çok hızlı geçiyor ve uçuş gününün yaklaştığını her düşündüğümde içime sıkıntı giriyor 🙂 Biletim gidiş-dönüş olmasaydı en az 2 hafta daha kalırdım herhalde, çünkü biliyorum ki bu yemeği, bu insanları ve bu rahatlığı uzun bir süre bulamayacağım 🙂 Kyoto yazımda görüşmek üzere..

You may also like...

2 Responses

  1. Aytek says:

    Bekran,

    Her yazınla ve her bir fotoğrafınla bizi resmen seninle geziyormuşuz gibi hissettiriyorsun.

    Sen dünyayı gezerken, bizi 100 km2’lik hayatlarımızdan az da olsa (hayallerimiz vasıtasıyla) çıkardığın için, aklımızı dağıttığın için teşekkürler.

    Sevgiler,

    Yolun açık olsun.

    • Bekran says:

      Çok teşekkür ederim Aytek, sen de her yorumunla beni çok mutlu ediyorsun 🙂 Beni takip etmeye devam ettiğini bilmek güzel, ben olsam o kadar uzun yazıları okumaya üşenirdim doğrusu 🙂 Ama bundan sonra daha da büyük istekle yazacağımdan emin olabilirsin.

      Umarım sen de iyisindir ve her şey yolundadır. Tekrar sağol. Görüşürüz..

Leave a Reply

Your email address will not be published.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.